Hiç sakal-bıyık bırakmadım hiç cep telefonu kullanmadım 55 senedir kahvaltı etmiyorum
Yeşilçam efsanesi, ilk Altın Portakal’ın “en iyi erkek oyuncu”su, aynı zamanda antikacı ve koleksiyoner İzzet Günay ve eşi İpek Hanım’la Bodrum’daki yazlıklarında buluştuk. 90 yaşına girecek sanatçıyla 30’lu yılların İstanbul’unu, II. Dünya Savaşı’nı, Yeşilçam anılarını, Dört Yapraklı Yonca’yı, Zeki Müren’i ve bu yaşta nasıl bu kadar dinç kalabildiğinin sırlarını konuştuk. Sanki 20’nci yüzyılla 21’incisi arasında siyah-beyaz bir köprü gibi. Hem sakal-bıyık bırakmayan jilet gibi bir nesilden geliyor hem de hayatında hiç cep telefonu tuşuna basmamış. Telefonlarına eşi baktığı için konuya da oradan girdik zaten…
◊ Hiç kendi cep telefonunuz olmadı mı?
– Hiç olmadı. Tuşuna basmadım. Hiç kullanmadım. Acemiliğim var. Sabit telefon kullanıyorum. O konularda sekreterlik görevini eşim üstlendi.
◊ Aman ne rahatsınız bir bilseniz…
– (Eşi İpek Günay atılıyor: Ama ben rahat değilim!) Bütün telefonum, kredi kartım hepsi onda. Ben maaşımı çekmeyi bile bilmiyorum.
◊ İstanbul-Salacak’ta büyümüşsünüz. Hatırladığınız en eski bayram hangisi, nasıl bir aile?
– Aslında Sarıyer doğumluyum. Bayramlarda Sarıyer’e babaanneme ve halama el öpmeye giderdik. Benim doğduğum ev ikinci derece bir tarihi yer. Şimdi orayı değiştirmişler. Geçen gün geçtim. Ama yine aynı büyüklükte. Aslında biz İstanbul’un çevresinden olan bir aileyiz. Annem Bursalı. Babaannem tarafı Sarıyer’e yerleşmiş. Dedem doktorken babam Bitlis’te doğmuş.
Sarıyer bizim için çok önemli. Çünkü babam ciğerlerinden rahatsızdı. Sonradan Sarıyer’in rüzgârı çok, Salacak daha korunaklı diye tayinini oraya vermişler. Harp seneleri (II. Dünya Savaşı) beslenme sorunları yüzünden abimle ikimizi böldüler. Ben Salacak’ta babam ve annemle kaldım, abim Sarıyer’de halam ve babaannemin yanına gitti. Yazları buluşurduk abimle. Halam, şimdi okulun adı Pertevniyal oldu, orada iki kuşak okutmuş çok meşhur bir hocaydı. Onun için abimle bir kopukluk oldu aramızda. İki kardeş gibi tam kaynaşamadık. Ben orada ne olduğunu çözmeye başladım.
◊ Ama yine de sizin okuyabilmeniz için kendinden fedakârlıkta bulunup işe girip çalışmış.
– Babamın öldüğü sene. Çok bocaladık ve sınıfta kaldık ikimiz de. Ailevi sorunlar başladı. Babam Salacak’ta iskele memuru. Babam da askeri okuldan, ciğerlerinden dolayı ayrılmış. Evden bir boğaz eksilsin diye askeri okula verilen çocuklar… Amcam da albay. Ben de deniz kolejinden askerliğin benimle bağdaşmadığını düşündüğüm için ayrıldım ve Haydarpaşa Lisesi’ne geldim.
◊ 1930’lu yıllarda nasıl geçerdi bayramlar?
– Sarıyer’i hatırlıyorum, bir de harçlıkları. Çocuklar biliyorsun bayramlık almak için dolaşırlar. Bizim zamanımızda mendil filan yoktu, direkt o zamanın en büyük paraları neyse onları alırdık.
TEK KULAKLA TİYATRO VE SİNEMA
◊ Mahalle dolaşır mıydınız?
– İki-üç kapı belki dolaşırdık. Ama bayramlık fazla alınmazdı. Salacak’ta çok seçkin kişiler otururdu. Biz, sahilde oturan kıyı çocukları, memur çocuklarıydık. Ben babama yardım olsun diye gidip bilet keserdim. Harp senelerine rastlıyoruz ama ben hep pembe olarak anlatırım. Denize olan aşkım orada başlıyor. Balıkçılık, yelken, kürek ustası, dalmak… Dalmaktan kulağımı kaybettim. O zamanlar sahilde gösteriş ya denize atlamak, dalmak ya da kayığı bilek gücüyle yanaştırmak falan…
Kız Kulesi’nin köprü tarafına daldım. Sahile bakan tarafı 1.5 metre. Ama öbür taraf çok derin. Daldım ben, çapanın ipiyle iniyorum. Çapaya ulaştım, nefesim bitti. Çıktım, çıktım artık boğulacaktım. Sonra baktım kulağım kanıyor. Ben bütün tiyatromu ve sinemamı tek kulakla ilerlettim. Saati bile duymaz sağ kulağım, hiç duymuyor.
◊ İkinci Dünya Savaşı’nda 8-9 yaşlarındaydınız. O sirenleri, karartmaları hatırlıyor musunuz?
– 34 doğumluyum, 1940-41’de ben ilkokula başlamışım. Harp senelerinin yoğun olduğu dönemler. En iyi hatırladığım o karartmalar. Tek ekmek alınıyor ve bizim Salacak’ta ilkokulun olduğu yerde fırın yok, bakkallar var. Ekmeğini karneyle alacaksan Üsküdar’a inmen lazım. O çocuk halimle inerim, Deveci Fırını var o zaman. Ekmeği alır gelirim, annem onu dörde böler. Dörde bölüyoruz ve akşama kadar o. Her öğün bir ekmek. Ama ne kadar lezzetli anlatamam. Biz meyve almayı filan bilmiyoruz. Komşunun bahçesinde incir, dut, ayva; insanlar hep birilerine sunuyorlar. Öyle bir çocukluk.
◊ Askeri okulun size göre olmadığını anladıktan sonra Haydarpaşa Lisesi… Seyfi Dursunoğlu’yla (Huysuz Virjin) aynı okuldaydınız.
– Seyfi de bizim deniz kolejinden ayrılıp benden önce Haydarpaşa’ya gelmiş. Aynı sınıfta okuduk. Sonra aynı gazinoda da çalıştık Ankara’da.
◊ Oyunculuğa 1957’de Haldun Dormen Tiyatrosu’nda başladınız. Hâlâ görüşüyor musunuz?
– Gördüğüm bir ilana başvurumun kabul edilmesiyle başladı dostluğumuz. Her gün olmasa da arıyoruz birbirimizi. Geçenlerde İzmir’de yine beraberdik.
◊ 1959’da “Kırık Plak” filminde Zeki Müren’in şoförü rolünü üstlenerek tiyatrodan sinemaya geçiş yaptınız. Biraz anlatır mısınız Zeki Paşa’yı, nasıl bir insandı?
– Çok iyi bir insan. Açık saçık konuşurdu ama terbiyeli adamdı. Hayatımın dönüm noktası oldu. Bu film için bir şoför karakteri arıyorlar. Şoförlük bilecek, terbiyeli olacak, Zeki çirkin sevmez, yüzü de pak olacak… Beni buldular. Gittim, sabah 8’de oradaydım. Zeki çoktan gelmişti. Tanıştırdılar bizi, sonrasında çok iyi ahbap olduk. 9 gün çalıştım. Tiyatroda 200 lira maaş alırken, günde 150 lira kazandım. Sonra çok iyi dost olduk. Evine filan giderdik eşlerimizle birlikte.
◊ Haldun Dormen orada size çok büyük jest yapmış.
– Evet. Filmciler anladılar ki bu adam komik, jön olabilir. “Senin üstüne oynamak istiyoruz ama biz tiyatrocuları sevmiyoruz. Çünkü bizi hep açmaza düşürüyorlar. ‘Oyunum var’ diyor gelmiyorlar. Tiyatroyu bırakırsan istikbalin var” dediler. Haldun’a gittim. “Hemen değerlendir, bir tiyatrocunun hayatta yakalayacağı en büyük fırsat budur. Bir şartım var, ne zaman tiyatroya dönersen bana geleceksin” dedi. Gittim adamlara, “Hop Dedik”i yaptım. İlk başrolüm. Sonra da başroller devam etti.
◊ Sinemada ilerlediniz ve nihayet 1964’te “Ağaçlar Ayakta Ölür” filmiyle ilk Altın Portakal’da ‘en iyi erkek oyuncu’ ödülünü aldınız. Nasıldı o ilk Altın Portakal?
– Gitmedik ki… Çağrılmadık çünkü. Sinemada da yeniyim, ödülümü İstanbul’a getirip verdiler bana.
BEHİYE HANIM’LA DEDİKODUMUZ ÇIKTI FAHRETTİN ASLAN BANA DÜŞMAN OLDU
◊ Bir süre de Bebek Maksim’de sahne aldınız. Bülent Ersoy, Gönül Yazar gibi ünlü isimlerle çalıştınız. Nasıldı o yıllar?
– Benim sahne hayatım maceralı. Behiye (Aksoy) ile ilk renkli filmi çekiyoruz. O hasta, ben doktor rolünde. Behiye Hanım’la bir dedikodumuz çıktı. ‘Yakınlaşma’ diye. O zaman Fahrettin (Aslan) ile beraber. Adam bana düşman oldu. Sonra aramız düzeldi. Gazinosunda da çıktım. Adam iyi patron.
Ama hep ucuza çalıştım. Güzel yıllardı. Döner sahne mesela… Osman Kavran Lunapark Gazinosu, sahnenin yarısı alaturka, yarısı alafranga. Dönüyor sahne, alafranga sazlar var, birisi çıkıyor. Dönüyor sahne, alaturka oluyor, ben çıkıyorum. Emel Sayın’la çalışıyoruz. Çok güzel bir kadroydu.
◊ Hayatta hiç “keşke”leriniz var mı?
– Keşkelerim çok az oldu ama var tabii. Herkesin vardır keşkeleri. Keşke okuyabilseydim mesela… Mimar olmak istiyordum. İyi de bir mimar olurdum gibi geliyor. Ama benim üniversitem tiyatro oldu.
◊ Siz Yeşilçam’ın jönüsünüz. Birlikte film çektiğiniz Dört Yapraklı Yonca’yı birer cümleyle anlatsanız, ne söylemek istersiniz?
– Hepsi çok iyi oyuncular ve çok iyi insanlar. Hepsinden çok destek gördüm. Bir kere bana çok saygı duydular. Belki de tiyatrocu oluşumdan dolayı. Türkan Şoray, Türk sinemasına gelmiş en iyi kadın oyuncu. Türkan bir gün bir laf etmişti, ne demek istediğini sonradan anladım. “Biz son starlarız” dedi. Meğer “Yeşilçam’ın son starlarıyız” demiş. Hakikaten öyle. Bana çok gülerdi. Gülme krizi tutardı. Fatma, erkek Fatma (Girik)… Bol espriler yapardı, ben de ona hep takılırdım. Yazık oldu, hayatı boyunca hasta baktı. Memduh (Ün, eşi) piyasada sevilmeyen bir adamdı. Çünkü merhametsizdi.
Hülya Koçyiğit çok rahat çalıştığım ve çok film çektiğim bir insan. Filiz’le az film çektim. Diğerleriyle toplam 45 film çekmişim. Filiz Akın çok hanımdı. Rahmetli Türker onu çok haşlardı. Sette de çok haşlardı. Biz de Türker’e kızardık. “Bizim yanımızda, sette neden yapıyor” diye. Filmciliğe çok hizmeti geçmiş bir adamdır Türker, fakat acımasızdır.
Louvre’da tablo düzelttim
“Aşırı titiz bir tipim. Louvre Müzesi’nde yamuk diye çerçeve düzelttim ben. Sirenler falan, inledi ortalık. Korumalar geldi, yüzüm mosmor olmuş. Korumalar ‘Telaşlanmayın’ dedi. Müjdat Gezen’in de başına gelmiş. O da düzeltir hep, ben de düzelttim.”
SADRİ ALIŞIK BURNUMU KIRDI
“1963’te ‘Bomba Gibi Kız’ı yapıyoruz Türkan (Şoray) ile. Sadri Alışık bir yumruk atacak. Bir vurdu ve burnumu kırdı. Hastaneye kaldırdılar beni. Hâlâ burada çıkıntısı vardır…”
BİZE YAKIŞIR MI?
“Oğlum Ömer doğmuş 71’de, en parasız devrimiz. Seks filmlerinin başladığı devir. Dedik bize yakışır mı? Ediz (Hun), ben, Ayhan (Işık) filan hepimiz sinemadan çekildik.”
Sigara parasıyla burayı aldım
◊ Bu yaşınızda bu kadar müthiş bir hafıza, bu kadar dinç görünmenizin bir sırrı var mı?
– Kafayı çalıştırmak, devamlı canlı tutmak… Çok bulmaca çözerim. Bir şeyi hatırlamaya çok yorarım kendimi. Bir filmde kim oynuyor, bekler, jeneriğini çalışırım. Hanım da meraklandı, şimdi hafıza oyunu yapıyor kendi kendine.
◊ Spor yapıyor musunuz?
– Yürüyüş yapıyorum. Sabahları 1 saat. Zaten hayatım boyunca spor yaptım. Boksörlük yaptım, gülle attım, yüksek atladım, koştum, her şeyi denedim. Ben hiç kahvaltı etmem. Hanım da etmez. 55 senedir beraberiz, 55 senedir kahvaltı etmiyoruz.
◊ Hiç sigara kullandınız mı?
– Sigaraya başladım. Askerde de içiyordum ama sinemaya geçince üç pakete çıktı. Şarkıcılık dönemi geldi, şarkıcılığa karar verdim, ertesi gün Mercedes’imi satıp yürüyüşe başladım. 73 yılının şubatı. Ve 55 yıldır sigara içmiyorum. Bir de kooperatife yazıldım. Sigara parasını taksitlere yatırarak burayı aldım.
Bıyık bırakacak zaman yoktu
◊ Hayatınızda hiç bıyık ve sakal bırakmadığınız doğru mu, şehir efsanesi mi?
– Doğru. Benim en iyi filmim “Vesikalı Yarim”i bile takma bıyıkla oynadım. Zaten bıyık bırakacak zaman da yoktu. Öyle ki kameranın önündeyim, filmi bitireceğim, kameranın önünden beni alıp öbür filme götürüyorlar. Bıyık, sakal nasıl bırakacaksın? Vakit yok. Zaten çok seyrektir sakalım. Rol icabı bile sakal bırakmadım. Belki bir film hariç. O da gündelik sakal.
Zirveye yaklaştıkça doruk da tırmanıyor
◊ Pul, madalyon, para, deniz kabuğu… Antikacılığa, koleksiyonerliğe merakınız nasıl başladı?
– Esas konu bu. Ben sinemacılıktan çok hobileriyle anılan bir adamım. O taraf daha faydalı diye düşünüyorum. Sinema için bir yere çağrılınca gitmiyorum ama koleksiyon için çağrılınca iş değişiyor. Hobi öyle bir şey ki, araştırmaya ihtiyacı var. Ne biriktiriyorsun? Kabukları. Başlıyorsun kabukları çalışmaya.
Hangi denizlerde oluyor, Latince isimleri gibi derinlemesine gidiyorsun. Koleksiyonculukta şöyle bir şey söz konusu: Bir zirve nokta var. Oraya varmaya çabalıyorsun. Ama bilgi arttıkça doruk da tırmanıyor.
Ben çok çalıştım. Değişik ülkelere gittim, New York’tan bile mal aldım. Dükkân açmak aslında öğrenmek; gelen ustalarla, hocalarla, hatta müşteriyle.
Bakımevinde ölenler çoğaldı
Yeni kuşaktan çok iyi oyuncular var. Bilhassa tiyatro kökenli dizi oyuncuları. Onlar sinema değil ama, dizi starı. Çok oyuncu var bir de.
Bunlar sonunda ne olacak, bir enflasyona mı uğrayacak, yoksa Yeşilçam oyuncuları gibi huzurevlerine mi düşecekler?
Oynuyorsun bir dizide, para kazanıyorsun, kenara koyamazsan, yatırım yapamazsan, yüzün eskisin diye seni bekliyorlar.
Bazıları zirvede para alıyor. Ama hafta başı 4-5 bin lira alan oyuncular da var. Son ölenlere bakıyorum, bakımevinde ölenler çoğaldı.”
Sırtımı kadınlara dayadım
Annem çok fedakâr kadındı. Babama, bize bakmak için kendini harcadı. Çok güzel bir kadındı. Babam öldüğünde gençti. Evlenmek isteyenler olmuş. Sırf iki çocuk ezilmeyelim, üvey baba bizi haşlar diye hayatı öyle götürdü. Benim hayatımdaki en önemli insan annem o yüzden. Kadınlar benim için çok önemli. Birinci rahmetli eşim ve şimdi İpek. Sırtımı dayamışım, beni götürüyorlar. Tembelliğe alıştım tabii.”